Yeşim Özsoy

Kavuk, Gelenek, Kadınlar, Tiyatro ve Diğer Şeyler Üzerine

Tarih böyledir. Sakin bir hikaye anlatımında orijinin canlanması ve red edilmesi, ölmüş bir geçmişin ortaya dökülüşü ve şimdiki zamandaki bir pratiğin sonucu, yaşamla ölüm arasında bir oyun. (Michel de Certeau, Gündelik Hayatın Keşfi)

Şu sıralar alevlenen “Kavuk kime gitmelidir?” “Kavuklu kimdir?” “Kavuk hangi kadın oyuncuya yakışır?” “Neden bir kadına verilmesin?” gibi gündeme düşen sorular ve kimi zaman bu sorulara istinaden verilen büyük harfli “gelenek” ile ilgili var sayım ve şartlar beni bu yazıyı yazmaya itti. Kendimi bir anda, Amerika’da Beckett’in oyunlarındaki ses ve müzikalite üzerine çalışmak isterken Türkiye ile ilgili hiç bir şey bilmiyoruz neden bu konuda bir şey yapmıyorsun diye soran tez hocamın etkisiyle ve üniversitedeyken okuduğum, şaşırdığım Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişteki o büyük unutuşlar silsilesine dahil olan Osmanlı Gösteri Sanatlarını “yeniden” keşfederken yaşadığım zamanlarda buldum. Konuyu Edward Said’in oryantalizm kavramıyla ve milliyetçilikle paralel olarak işlerken kendimle yüz yüze gelmenin ağırlığı hayatım boyunca devam etti.

Bahsettiğim “büyük unutuş” ya da belki tarihçi De Certeau’nun sözleriyle tarihteki “sessizlikler ve marjinalleştirmeler” üzerine kanımca sayfalarca tez yazılabilir ama ne yazık ki genel tablonun içinde bu konu doğası itibariyle hep kendi kendini elimine ediyor ve doğal olarak kayboluyor. Şöyle ki; örnek vermem gerekirse kendim dahil öyle bir nesiliz ki Shakespeare’i en ince detayına kadar biliriz, Commedia dell’Arte’yi, Robert Wilson’ı ve Çehov’u hatmetmişizdir ama Ortaoyununda Kavuklu nedir, Pişekar’ın elindeki şakşak ne işe yarar hiç bir fikrimiz yoktur. Hal böyle olunca kendi ülkesinde kendine yabancı bir sanat ve tiyatro ilişkisi kurarken geri dönüp geleneği yani büyük harflerle GELENEĞİ devam ettirme çabalarında olan ustalarımız ile ilişkimiz de yüzeysel bir noktada gelişir. Bir yandan da o ustalarımız ellerinden geldiğince gelenekle tamamen bağlarını koparmış bir tiyatro camiasına gelenekten arta kalan ve kimsenin tam olarak adını koyamadığı kavram ve sembollerle geleneği tekrar yaratmaya çalışırlar ki bu aslında bir yandan da müthiş hüzünlü ve nafile bir uğraştır.

Bu kapsamda maalesef Kavuğun devri, görüntüsü, kime gideceği tartışmaları sadece kim en komik, kim kime benziyor, kim en fazla tiyatroya kendinden vermiş gibi sığ noktalarda kalır. Tartışmanın içine sanatsal emek, yaratı ve çaba genel itibariyle yoktur. Geleneği gerçek anlamda doğaçlama kültürüyle, belki de Metin And hocamızın önerilerinden yola çıkarak “dönüştürerek” ya da sadece “müzelik” devam ettirme çabalarının arasında bir yerlerde kayboluruz. Kimsenin suçu yoktur bu konuda belki de tarihin dehlizlerindeki şeytanlar bacaklarından tutuyordur bazı şeyleri ortaya çıkmasınlar diye. Kim bilir? Yine de düşünmemiz ve biraz daha emek sarf etmemiz, kafa yormamız için de aslında müthiş imkanlı bir noktaya gelmişizdir diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Aslında şu noktada o ya da bu sebepten Kavuğu Rasim Öztekin’in haklı sebeplerle bu emeği veremeyeceği hissine kapıldığında nispeten genç bir tiyatrocuya, Şevket Çoruh’a devretmesi geleceğe dair umutlarımızı da bir yönüyle yeşertiyor orası kesin.

Günümüzde Kavuk devri eskisinden çok farklı bir anlam taşır.

Artık konu sadece o kişinin, oyuncunun ehliyeti üzerinden kurulmaz. Bir geleneğin gelecek nesillere devridir ve büyük sorumluluk taşır.

“Oğlum Münir benden sonra Kavuğumu senin taşımanı istiyorum. Bu işe sen devam edeceksin. Vasiyetimdir bu. Gerçi sen kitaplı tiyatrodan geldin. Gönül isterdi ki bizim içimizden bizi ortaoyunu sanatçılarından biri devam ettirsin isterdim. Ama zararı yok. Kavuk bundan sonra senindir.” (İsmail Dümbüllü)

Kavuğun serüvenine baktığımızdaysa örneğin İsmail Dümbüllü’nün zamanlarında zaten eskisi gibi sokaklarda olmaktan çıkmış ve sahnelere tuluat adı altında geçmiş Osmanlı’nın son demlerindeki modernleşme zamanlarını anlamak lazım. Bu apayrı bir akademik çalışma olacaktır. Cumhuriyet’e geçişte, müthiş yetenekli olmasına rağmen Ferhan Şensoy ustanın bahsettiği gibi doğaçlamadan hiç haz etmeyen ama Kavuğu belki de kim bilir Dümbüllü ustamızın artık bundan sonra tiyatro böyle “kitaplı” devam edecek diye verdiği, “kitaplı tiyatro” olarak adlandırdığı ve tabii ki hakkıyla verilen şartlarda geleneğe en yakın olabilecek Münir Özkul ustamızın Kavuğu devralmasını da ayrıca sembolik olarak düşünmek gereklidir.

Münir Özkul ustamız da aslında tam da böyle bir atmosferde yani tiyatroyu “sahnede” “ezberlenen” “metni belli” “karakterlerden oluşan” çizgileri net ve kesinlikle ne Orta oyununa, ne Karagöz Hacivat’a ne de Meddah geleneğine tahammülü olmayan bir atmosferde almıştır Kavuğu. Seneler sonra Ferhan Şensoy ustamızdan duyduğum kadarıyla kendisini sahnede gördükten, beraber çalıştıktan sonra ondaki “yazma” ve “doğaçlama” (tuluat) yeteneğini görünce Kavuğun tam da ona gitmesi gerektiğini düşünür ve ona verir. Bu devri, alana en fazla mesai harcayıp düşünen kendi kurduğu tiyatronun ismini dahi “Orta Oyuncular” olarak kuran, umut veren bir oyuncuya, bir tiyatro dünyasına gitmesi olarak düşünülmelidir.

Oynarken yazmak, yazarken oynamak…

Ferhan Şensoy klasik bir Frankofon geçmişten gelir ve “Batılı anlamda” bir yazardır ama aynı zamanda da oyunculuğuyla yazarlığını devam ettirir sahnede. Sanki oyunculuğu yazarlığının devamıdır birbirinden ayrılmazlar et ve kemik gibi. Sahnede oynarken yazar, yazarken oynar. Bu durum belki de doğaçlama geleneğinin nasıl evrilebileceği üzerine çok büyük bir ışık içerir. Bu anlamda bir yandan da oyun yazarları olarak sorular sormamızı gerektirir. Kavuklu zamanının oyuncu ekolü üzerine bir temsiliyettir evet ama Orta Oyununda ne yönetmen bildiğimiz anlamda yönetmendir; belki oyunun içindeki Pişekar oyun içinde “oyunu yöneten” olması itibariyle bu şekilde değerlendirilebilir, ne de oyuncu sadece oyuncudur; aynı zamanda metni geliştiren sahne üzerinden yazan, söyleyendir oyuncu yani yazardır bir nevi. Aynı zamanda tüm bu ayrımlar “oyuncu”, “yönetmen”, “yazar” iç içe geçmiştir. Bugünün parametreleriyle geçmişin geleneği çok farklı bir şekilde yorumlanabilir. Tüm bu bahsi geçen teknikler ise çağdaş tiyatronun yani Brecht ile önümüzün açıldığı göstermeci, yabancılaştırıcı çağdaş tiyatro köklerinin paralel izdüşümüdür. İnanılmaz besleyici bir alandır: Tabii bakmayı bilirsek…

Devlet, ulus kavramı, tiyatro ve gelenek

Cumhuriyet’in resmi tiyatrosu (Darülbedayi ve sonrasında Devlet Tiyatrosu) geleneğe çeşitli sebeplerden kesinlikle yer vermez ve maalesef ki bu noktada belirli bir ideolojinin halka işlenmesi için kullanılan bir yöntem olarak hızlı bir “modernleşme” geçirirken tarihin derinliklerine büyük bir tiyatro geleneğini nefessizce ve sessizce gömmüştür. Tarihin yazımı da bu ideolojiye ve değişime hizmet etmiştir. Şöyle ki; Özdemir Nutku hocamız mesela bunu Türk Tiyatro Tarihini yazarken bildiğimiz anlamda ilk “aksansız konuşan oyuncu” ya da “ilk oyun yazarı” gibi arayışlarında, Benedict Anderson’ın “Hayali Cemaatler” (Imagined Communities) kitabında olduğu gibi “orjin” “köken” araştırmasıyla ulus kavramını aslında tiyatro tarihi yoluyla perçinleştirmiştir.

Bir yandan da Osmanlı Gösteri Sanatları sokak ve halkla ardışık bir tiyatrodur, Devletin ve Şehrin sahnelerinde yeri yoktur da denebilir tabii ama yine muadillerimize baktığımızda Commedia dell’Arte de öyleydi Shakespeare de döneminde para kazanmak için sürekli oyun yazan sahneleyen biriydi. Geleneğe sahip çıkmak sadece Kamusal kurumsal tiyatroyla olmaz tabii ama bu kadar kesin bıçak sırtı bir red ediş geleneğin evrilmesine kesinlikle zarar vermiştir. Bu durum halk ve bağımsız sanatçılarla da alakalıdır ki o noktada bu geleneklerin bastırılmış olmasının yanı sıra konunun millet kavramı ve Batılılaşma noktasında kimlikle de doğrudan alakası vardır. Aslen kültürel çeşitlilik ve çok milletliliği, dil ve aksanı barındıran bu pratiklerin tek dil ve tek millet denklemine geçerken yaşaması doğal olarak büyük bir sorunsaldı. Bir yandan da Kavuk geleneğinin bizdeki Bağımsız alanda olması, yaşayabilmesi, yaşatılabilmesi yani Özel Tiyatrolarda Kavuklu’nun hayaletinin sahne arkalarında ve sahnelerde yaşaması, dolanması daha uygun olabilir özellikle günümüz atmosferini sansür ve resmi ideoloji anlamında düşünürsek… Bu da burada ayrı bir not ve araştırma konusu olarak dursun.

Oyun Alaturka – Sahnede Kadın Kavuklu

Son aşamada paylaşmak istediğim özel bir anım var. Sahneye koyduğum ilk oyunlarımdan birinin ismi “Oyun Alaturka” idi ve aslında tezimde işlediğim tüm bu meselelerin çağdaş tiyatro formunda duygusal bir dışavurumuydu diyebilirim. O zamanlar gelenek ile ilgili olarak Erol Günaydın ustamızdan tutun Ferhan Şensoy’a herkesle konuşmuştum. Keşke o zaman tüm bu söyleşileri konuşmaları kaydetseymişim. Şu an geri dönüp baktığımda bana inanılmaz ufuklar açtılar. “Oyun Alaturka”ya dönersem tekrar, 2002 senesinde oyun “Sahnede Kadın Kavuklu” manşetiyle çıktı. Şu andaki hafif magazine kayan nitelikten çok manşet içeren Kavuklu bir kadın oyuncuya devredilmelidir meselesi gibi bir şey yaşadık. Oysa şahsi derdim geleneği günümüze nasıl evriltebilirimdi ve pek çok açıdan dokunmuştum geleneksel olanı yeniden kurgulamaya çalışmıştım. İlk denemelerimden biri olarak bir süre devam etti ve sonra kendi tiyatro tarihimde diğer oyunlarıma ve yapmak istediklerime ışık tutan bir yere oturdu. Oyunun metni ve çalışması sırasında daha yapım aşamasındayken en fazla karşılaştığım durumlardan biri; geleneğe sahip çıkan ustalarımızın geleneğin “kadın kavuklu”, “gölgesini kaybetmiş Karagöz Hacivat” gibi unsurlarla “bozulması”ndan çok rahatsız olduklarıydı. Ferhan hocanın, o dönemde bile Kavuğu kime devredeceği konusunda çok endişeli olduğunu hatırlıyorum. Kendisine Kadın Kavuklu olsa dediğimde de hiç tereddüt etmeden olsun tabii neden olmasın dedi ama önemli olan kim ve nasıl dediğini çok iyi hatırlıyorum. Aynı şekilde “çağdaş tiyatro” ile uğraşanlar ise bu kadar “alaturka” bir malzemeyle neden uğraştığımı çok “demode” olduğunu bol bol zikrettiler. Özetle iki cenaba da yaranamamıştım. Bu oyun bana ders olmuştu ve sonrasında geleneği, bir şekilde, yazdığım metinlerde ve oyunlarda yapısal olarak nasıl işlerim, nasıl yararlanabilirim konusunda düşünürken ve uygularken önemli bir referans oldu bana.

Özetle mesele aslında kadın Kavuklu olması kadınların da komik olup olmadığı değil. Kadınlar her şey olabilir. Günümüzde bunu tartışmak bile manasız ve eğitime, görgüye yakışmayan bir bakış. Osmanlı’daki farklı din ve mezhepten kadın oyuncuların varlığını red etmek, ilk Müslüman kadın oyuncunun sahneye çıkışını yok saymakla eşdeğer giden garip bir bağnazlıktır bu. Ve bu bağnazlık aslında kadına bakışla beraber bir otorite alanı olarak belirlenen erk ve onun hükmündeki geleneği kadınların sözünün geçmediği bir yer olarak tanımlamakla en yüksek yıkıcılığını yaşar. Bu yıkıcılık sadece kadına yönelik değildir. Aynı zamanda yeni olana evrilmeye olan yıkıcı tutuculuktur. Bu nedenle gelenek ve güncel olanın ilişkisi bir aşk nefret ilişkisidir. Açıkça belirtmem gerekirse tüm bunların karşısında ben bir kadınım, tiyatrocuyum, yeniyi savunuyorum ve bu bakış açılarının hiç biri umrumda değil. Tek başıma kalsam da bu otorite alanlarıyla ilgili fikrimi de zikrimi de belirteceğim. Herkes de öyle yapmalı. Belki ben yanlışım ya da doğruları savunuyorum. Hiç önemli değil. Yanlışlarla ve doğrularla ancak evrilebiliriz. Yoksa sürekli belirli kabul edilen otorite alanlarının içinde gelişmeden devinip gideriz. Bu da ne bu topraklarda yapılan tiyatroya, ne dünyaya ne de evrene bir şey katar.

Asıl mesele geleneğin günümüz tiyatrosuna evrilmesine “el vermek”tir. Kavuğu devrederken verilen bu el artık aynı zamanda bu manaya gelir. Bunun içinde de emek, estetik arayış, mesai, yeni nesillere ve geleceğe ışık olma ruhu olmalıdır. Büyük sorumluluktur. Naçizane fikrim budur. Kavuğa dokunan devreden tüm can ustalara saygıyla ve an itibariyle Kavuğu devralan yeni nesil tiyatrocumuz Şevket Çoruh’un içinde bulunduğumuz zamanın imkanlarını genişletip bu fırsatı daha büyüteceğine olan inançla…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir